Allah’a Yakınlık, Peygamberlik ve Velîlik Hâlleri [1]

Allah seni irşâd etsin! Bilesin ki, velîlik ve nebîliğin her ikisi de Hak Teâlâ’ya yakınlık (kurb) mertebelerindedir. Ancak burada kulun Allah’a yükselmesi veya Allah Teâlâ’nın aşağıya inmesi söz konusu değildir. Allah’ın yakınlığının mâhiyeti bilinemez. Evet, mâhiyeti bilinemez olan (Allah Teâlâ) ile ilgili bir nisbet (yakınlık durumu) da şüphesiz bilinemez olacaktır. Kul, bilinemezliğe mazhar olmadıkça bu yakınlığı anlayamaz. İnsanların, hattâ keşf ve müşâhede ehlinin çoğunun kendi keşfleriyle “yakınlık” kelimesinden anladıkları ve lezzet duydukları şey, latîf (şeffaf) şeylerin yakınlığı türündendir ve Mücessime (Allah’ı cisme benzeten bâtıl fırka) mezhebine adım atmaktır. Allah Teâlâ bundan münezzeh ve çok yücedir.

Allah Teâlâ’nın yakınlığı iki türdür: (1) Zâtının yakınlığı ve (2) sıfatlarının yakınlığı. İlâhî isim ve sıfatların gölgeleriyle ilgili yakınlık ise gerçekte bu iki yakınlık makâmının dışındadır. Ona “yakınlık” demek mecâzendir ve câiz olduğu içindir. O hâlde deriz ki, Allah Teâlâ’nın asâleten yakınlığı, dereceleri farklı olmakla berâber, peygamberlere mahsustur. Peygamberlere tâbî olmanın kemâlâtından dolayı, peygamberlerin ashâbının da - dereceleri farklı olmakla birlikte - bu yakınlıktan nasipleri vardır. Allah Teâlâ’nın rızâsı hepsinin üzerine olsun.

Asâleten veya tâbî olarak zâtî yakınlık nimetiyle müşerref olan insanlar sâbıklardır (mânen ve hayırda önde olanlardır). Nitekim: “(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler. İşte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah’a) en yakın olanlardır. (Onların) çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir” (el-Vâkı‘a, 56/10-14) âyet-i kerîmesi onlar hakkındadır. Evet, önceki insanlar arasında binlerce peygamber vardı, onların da bir çok ashâbı vardı. Dolayısıyla sayıları, sonraki insanlara göre çok oldu. Oysa sonraki insanlar içinde son peygamber olarak bir tane peygamber ve onun bir grup ashâbı gelmiştir. Âyetteki “az” ifâdesinden kestedilen, Mehdî (a.s) ve kâmil ashâbı olabilir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s) bu şansın ümmetin sonunda da olabileceğini şöyle ifâde etmiştir: “Öncekiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi, bilinmez”.

Allah’ın sıfatlarına yakın olmak, kâbiliyetleri farklı olmakla birlikte evliyânın büyüklerinin nasibidir. Bu yakınlık, peygamberlerin velîliğine tâbî olmanın kemâlâtındandır. Peygamberlere tâbî olmaları sâyesinde onlara nasip olmuş ve ulaşmıştır. Gerçi çoğu kişi bu yakınlığı Allah’ın zâtına yakınlık olarak anlarlar, renksizlik ve sıfatsızlık hâli diye ifâde ederler. Oysa durum öyle değildir. Sıfatlar mertebesindeki izâfî renksizlik ve sıfatsızlığı, zât mertebesindeki mutlak renksizlik ve sıfatsızlık olarak düşünmüşler ve bu vehme düşmüşlerdir. Sıfat tecellîsini zât tecellîsi zannediyorlar. Allah’ın sıfatlarına yakınlıkla irtibatlı olan bu velîlik makâmı, Allah’ın zâtına yakınlıkla irtibatlı olan nübüvvet derecesi kemâlâtının gölgesidir.

İlâhî isim ve sıfatların gölgelerine yakın olmakla alâkalı olan yakınlık, bir veya birkaç vâsıta ile (sıfatlara yakın olma anlamındaki) bu velîliğin gölgesidir. Bu (gölgelere) yakınlık için velîlik kelimesi kullanılıyor ise de, bu mecâz ve müsâmahadan başka bir şey değildir (ilâhî isimlerin gölgelerine ulaşanlar tam anlamıyla velî değildirler). Nitekim anlatıldı.

İmkân dâiresinin dışında olan gölgeye yakın olmayı (ismin) aslına yakın olmak kabul ederek ona “velîlik” mertebesi demişlerdir. Bu yakınlığa ulaşanlar da, sûfîlerin örfünde evliyâ sınıfına dâhil sayılırlar. Fenâ ve bekâya ulaşmış kabul edilirler. Çünkü bu insanlar imkân dâiresinden (mahlûkât mertebesinden) yükselmişler ve ilâhî âlemin gölgelerine ulaşmışlardır. O hâlde mutlakâ imkândan (bu âlemden) fânî olmuşlar, ilâhî âlemin (vücûb) gölgeleriyle bekâ bulmuşlardır.

Bilmek gerekir ki, imkân dâiresinden (bu âlemden) yükselmek ve vücûb dâiresine (ilâhî âleme) girmek ifâdelerinden maksad, şuhûd (müşâhede, görme) îtibâriyledir. Yoksa o kişi gerçekte imkân dâiresinden çıkmış ve vücûb dâiresine girmiş değildir. Çünkü böyle bir düşünce mülhidlik ve zındıklıktır, ayrıca hakîkatlerin değişmesini gerektirir ki bu aklen imkânsızdır.

Bilesin ki, Allah’ın zâtına yakınlıkla ilişkili olan peygamberlik mertebesi, velîlik mertebelerine göre, birkaç damlaya oranla bir okyanus gibidir. Evet, Allah Teâlâ’nın zâtı ile sıfatları arasında bu nisbet (damla ile okyanus oranı) varsa, sıfatların gölgelerine ne kalır? Aynı şekilde, peygamberlik mertebesinde müşâhede (Allah’ı görmek) ne âlemde, ne de âlemin hâricinde olur. Ne âleme bitişik, ne de âlemden ayrı olur. Velîlik mertebesindeki müşâhede ise böyle değildir. Bu mertebede tam yükseliş vaktinde Allah Teâlâ âlemin dışında görülür, iniş vaktinde ise âlemin, hattâ sâlikin nefsinin içinde görülür. Aynı şekilde, peygamberlik kemâlâtına sâhip olan (kemâlât-ı nübüvvet mertebesinde bulunan) kişi, âlemi yaratıcısıyla ilişki içinde görmez, aralarında sâdece yaratıcılık ve yaratılmışlık, efendilik ve kulluk ilişkisi görür.

(Velâyet-i suğrâ ve velâyet-i kübrâ mertebeleri gibi) aslî ve zıllî (gerçek ve gölgesel) “velîlik sâhipleri” ise böyle değildir. Onlar âlemi Allah’ın zâtının ve vâcibî sıfatlarının aynaları olarak bilirler; Allah Teâlâ’nın isim ve sıfat kemâlâtının gölgeleri olarak düşünürler. Gölgeye yakınlık ile daha çok ilişkisi olan insanlarda bu görüş daha gâlip olur. Gölgeye yakınlıkla ilişkisi az olanlarda bu görüş daha az olur, ama zaman zaman da olsa bu görüşün aslından uzak olmazlar. Ancak o kişi ilim ehlinden değilse ve câhillik ile yoğrulmuş ise, bu durum konumuzun dışındadır. Çünkü bu kişi kendi hâllerinin tafsîlâtını bilemez.

Ayrıca, “peygamberlik kemâlâtı”na sâhip olan kişi, âlem ile dâimâ bir ilişki içindedir. Âlemden ne yükselir, ne de âleme iniş yapar. Allah Teâlâ’yı âlemin dışında olarak müşâhede etmez ki oraya yükselsin de orada müşâhedeye devam etsin. Allah Teâlâ’yı âlemin içinde olarak da müşâhede etmez ki aşağı insin ve âlemde müşâhedeyi gerçekleştirsin.

“Velîlik mertebesi”ndeki insanlar ise böyle değildirler. Ehl-i hak âlimlerin buyurduğu gibi, Hak Teâlâ âlemin ne içindedir, ne de dışındadır. Âleme ne bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Bu görüş, peygamberlik kandilinden ve peygamberlere tâbî olma nurlarından alınmıştır. Oysa velîlik mertebesinde bulunanların müşâhede zevki, bu yüksek bilgiden uzaktır.

Ayrıca “peygamberlik kemâlâtı”na sâhip olan kişinin bakışı âleme dönünce tamâmen yani zâhir ve bâtın ile âleme yönelecektir. Ancak o kişinin bâtını Hakk’ı düşünür, zâhiri âleme yönelik olur. Belki yukarıya yöneliş zamânında onun bakışı ilâhî âleme tahsis edilmiştir, âleme yöneliş (iniş) zamanında ise bakışı tamâmen âleme doğrudur. Bu büyükler iki tarafa da bakmazlar.

“Velîlik makâmı” erbâbı ise böyle değildir. Onların bâtını kendi hâli üzeredir, zâhiri de âleme yönelmiştir. Bu hâle tekmîl (halkı kemâle ulaştırma, irşâd) makâmı derler. Bu mertebedeki müşâhedelerine de Hak Teâlâ’yı ve halkı birlikte görmek derler. Bu mertebeyi velîlik mertebelerinin en üstünü olarak kabul ederler. Bu mertebede teşbîh ve tenzîhi bir araya getirirler. Bu kapsayıcı yönelişi, sırf tenzîhe yönelişten daha üstün olarak düşünürler. “Her grup kendilerinde bulunan (düşünce) ile sevinmektedirler” (el-Mü’minûn, 23/53).

Bu bin yıl içinde bu yüksek bilgi konusunda dudak açan (konuşan) kimse olmuş mu, bilinmez. (Âleme) dönüş zamanında tüm bakış âleme olur denmiş oluyor. (Bize âit) bu sözü muhtemelen mânen eksikliğe hamledecekler, öyle yorumlayacaklar. Bunu eksiklik bilirler, ama ma‘zûrdurlar. “Tatmayan bilmez” cümlesi, onların özrünü açıklamaktadır.

Bilesin ki, sâlikler (âleme) dönüş vaktinde bakışı (nazarı) tamâmen geriye (Hakk’a) çevirirlerse, bu yukarıda işin bakiyyesinin kaldığını ve bu sâliklerin hakîkî maksûda ulaşamadıklarının alâmetidir. Eğer bakışlarını tamâmen (âleme) döndürürlerse anlaşılır ki işi (yükselişi) sonuna ulaştırmışlar ve halkı eğitmek için dönüş yapmışlardır. “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakîkaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler” (el-A‘râf, 7/43). Bu yüksek bilgi ve onun benzerleri vehbî (Allah vergisi) ilimlerdendir. Mantık yürütmeyle hükme varılan kesbî ve delile dayalı ilimlerden değildir. “Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” (el-Hadîd, 57/21).

[1] Eserin matbû nüshasında bu kısım, ayrı bir bölüm değildir. Yazma nüshada ise ayrı bir bölümdür. Burada yazma nüsha esas alınmıştır. Dolayısıyla matbû nüshada toplam 29, yazmada ve bu tercümede 30 bölüm vardır.