Tâliplere mânevî yolda zuhûr eden tevhîd iki türlüdür: (1) Tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ve (2) tevhîd-i vücûdî (vahdet-i vücûd). Tevhîdin birinci kısmı (vahdet-i şuhûd) bu yolun zarûrî hâllerindendir. Yani tâlibin (Hakk’ı arayan sâlikin) gördüğü şey bir olmadıkça ve kesret (çokluk) onun nazarından kalkmadıkça, velîlikteki ilk adım olan fenâ makâmından nasip alamaz. Tekliği (vahdet) görmek, her şeyi bir tek görmek değildir. Çünkü bu, bizzat çokluğu görmektir. Ancak o (tâlib) bu bir görme esnâsında çokluğu, tekliğin aynı olarak görür. Bu durum ise hakîkat (gerçeklik) bakımından bir şey ifâde etmez. Aynı şekilde, çokluk imkân âleminin husûsî veya hayâlî şekillerinden ve sûretlerinden ibâret değildir ki, sâdece onları ortadan kaldırmakla tekliği görmek mümkün olsun. Hâşâ ve aslâ!
Burada kıldan daha ince bin tane incelik vardır,
Başını traş eden herkes kalenderliği bilmez.
Aynı şekilde, çokluk gözden kalktığı zaman, dâimâ tekliği görme hâli oluşur, yoksa bu durumda çokluk bazen gözden kaybolup bazen görülür değildir. Çünkü çokluğun gözden kaybolmasının (dâimî olmayıp gelip giden) bu türü, ademe (fenâdan önce oluşan bir tür yokluk, kendinden geçme hâline) dâhildir ve fenâ makâmı ile bir işi ve ilişkisi yoktur. Bekâ hâlinden sonra halkı irşâd etme makâmında çokluğu görme hâli tekrar el verir, mümkün olur, o makâmda tekliği görmek de çokluğu görmek de dâimîdir. Ancak bu, bazen tekliği görmek, bazen çokluğu görmek şeklinde değildir. Çünkü orada fenâ ve bekâ birbirine karışmış durumdadır. Kişi, fenânın içinde bâkîdir, bekânın içinde fânîdir.
Tevhîdin ikinci türü (vahdet-i vücûd) ise, tarîkatın zarûrî hâllerinden değildir. Bu sebeple bazılarına mânevî yolculuk esnâsında zuhûr eder, bazılarına ise zuhûr etmez. Sülûk mertebelerini kat etmeden önce kalbî çekiliş (cezbe, incizâb-ı kalbî) makâmından yolculuk yapan insanlar bundan (vahdet-i vücûddan) nasip alırlar. Bu tür tevhîd hâli, daha çok oluşur. “Daha çok” demek, bu yolun (tarîkat) yolcularının hâricindeki diğer insanların yolları îtibâriyledir. Yoksa kalbî çekiliş hâlinde de çoğu zaman bu tevhîd (vahdet-i vücûd) zâhir olmaz.
Tevhîdin bu türünün ortaya çıkmasının temel sebebi, sekr (mânevî sarhoşluk), hâlin galebesi ve kalbî muhabbetin istîlâsıdır. Bu sebeple bu tevhîd, kalp erbâbına mahsustur. Bu kalp makâmından geçmiş olan, kalpten kalpleri çevirene, hâlden hâlleri oluşturana (Allah Teâlâ’ya) ulaşan müntehîler (yolun sonuna erişenler) sekrden sahva (ayıklığa) gelmişlerdir. Onlarda rûhî çekiliş hâli oluşmuştur. Onların bu tevhîd hâli (vahdet-i vücûd) ile işleri yoktur. Onlardan bazılarına hakîkati gösterirler ve geçirirler. Diğer bazılarının ise nefy ve isbât (Allah’tan başkalarını yok saymak ve O’nu var bilmek) ile işleri yoktur.
Önceki sûfîlerin yolunun bu tevhîd ile alâkası pek az idi, belki de onunla hiç ilişkisi yoktu. Onların sülûkü, nefs-i arındırmakla ilgili olan meşhur on makâmı aşmaktan ibâretti. Tevhîd makâmı, kalp tasfiyesindeki kalbî muhabbet makâmıdır. Önceki sûfîlerin, “Ene’l-Hak” ve “Sübhânî” gibi bu tevhîde (vahdet-i vücûda) delâlet eden bazı sözlerini, tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) ile yorumlamak gerekir ki onların sülûküne uygun olsun. Evet, cezbe ile karışık olan sülûkte eğer sâlik makâmları aşarken bu tevhîd-i vücûdî yüz gösterirse bu mümkün ve uygundur. Bazılarını bu makâmdan geçirip işin sonuna eriştirirler. Bazılarına ise bu makâm ile ülfet ve dostluk bahşederler de o makâmda hapsolup kalır.
Bilmek gerekir ki, bu dönemde veya daha önceki dönemlerde, tevhîd-i vücûdî murâkabelerinden (tefekküründen) ve kelime-i tevhîdi “Allah’tan başka varlık yoktur” anlamında düşünmeye bir süre devam ettikten sonra oluşan tevhîd-i vücûdîde hayâlin tam bir etkisi vardır. Çünkü bu tevhîd düşüncesi, onun üzerinde çok düşünmek ve alıştırmaları tekrarlamak neticesinde hayâlde sûret bağlar, zihinde yerleşir. Cezbe ve muhabbetsiz oluşmasa bile, muhabbetle fazla irtibâtı da yoktur. Kişinin kendi çabası ve yapmasıyla zihninde oluşmuştur.
Bilesin ki, tevhîd-i şuhûdînin oluşması, tevhîd-i vücûdîden sonradır. Bu her iki tevhîde de yönelen insanlar tevhîd-i vücûdîyi (vahdet-i vücûdu) kabul ettikleri sürece kesreti (çokluğu) görme bağındadırlar. Kesret tamâmen gözlerinden kalkıp tevhîd-i şuhûdî (vahdet-i şuhûd) hâsıl olunca, tevhîd-i vücûdîden yükselmiş olurlar.
Bu satırların yazarını bu her iki tevhîd ile de müşerref eylediler. İlk hâllerde tevhîd-i vücûdîyi gösterdiler, birkaç sene o makâmda tuttular. O makâmın inceliklerini ve hakîkatini öğrettiler. Sonunda şefkatin kemâlinden dolayı o makâmdan geçirdiler ve tevhîd-i şuhûdî makâmı ile müşerref eylediler. Her iki makâmın da ilim ve maârifini bildirdiler.
Tevhîd-i vücûdî, seyr-i afâkîdedir, bu seyrin sonu fenâ diye tâbir edilen tevhîd-i şuhûdîdir. Bekâdan sonra ise seyr-i enfüsî başlar. Kendilerini sûfîler tâifesinden sayan zamâne çocuklarından bazıları, tâlibin tevhîd-i vücûdîde kendisini Hak Teâlâ ile aynı görmesi hâlini seyr-i enfüsîye dâhil zannediyorlar, eşyâyı Hakk’ın aynısı görmeyi de seyr-i âfâkîye dâhil sayıyorlar. Doğruyu doğru olarak bildiren ve doğru yola hidâyet eden Allah Teâlâ’dır. İşin hakîkatini bil. Sonunda dönülecek olan Allah Teâlâ’dır.